Ful Uğurhan

Ful Uğurhan

  • 18 Ekim 2016

Merhaba Ful, aslında Mersin’de seninle öyle ya da böyle tanışmamış kimse azdır, ama biz kimisi için Dr. Ful, kimisi için çevreci Ful, kimisi için Ful Abla olan Ful Uğurhan’ı herkese mümkün olan tüm yönleriyle tanıtmak ve seni nelerin sen yaptığını kayda geçirmek istedik.

Onun için de; en baştan başlayalım istersen. Senin öykün nerede, nasıl başladı?

17 Mayıs 1965 tarihinde, altı çocuklu bir ailenin beşinci çocuğu olarak Ankara’da dünyaya geldim. Beş kız bir erkek kardeşiz. Okumayı beş yaşında kendi başıma öğrendiğimden, daha oyun çağında hemen okula kaydettirildim. Yaşım tutmadığı için şehirde okula başlamam mümkün değildi. Bu nedenle önce bir köy okuluna kaydım yapıldı, oradan nakil oldum. Henüz televizyonun, kreşlerin, anaokullarının yaygın olmadığı bir dönemde, beş yaşında okuma öğrenmek o zaman için özel bir durum olduğundan, sürekli övgüler alıyordum. Bu durum özgüveni yüksek olarak büyüyen bir insan olmama yol açtı.

Büyüdüğün aile ortamını da biraz anlatır mısın?

Annem ve teyzelerim zeki ve okuma isteği ile yanıp tutuşan çocuklar olmalarına rağmen babaları tarafından ilkokuldan sonra okutulmadıkları için olacak sanırım, annem kendi kızlarının okuması için büyük bir çaba harcadı. Şimdilerde bir tek çocukla baş edemeyen ebeveynleri gördükçe sınırlı bir bütçeyle altı çocuğu üniversitede okutup, meslek sahibi olmaları için uğraşmanın nasıl büyük bir iş olduğunu fark ediyor, anne ve babama bir kez daha minnet duyuyorum.


Devlet memuru olan babamın maaşı ile yaşamı götürmek mümkün olamayacağı için ev eksenli bir iş yapıyorduk. Evimizde baharat ve kuruyemiş paketlemesi yapıyor, babam da mesai saatleri dışında onları marketlere satıyordu. Daha sonraları seramikten biblo yapmaya başladık ve bu sayede hepimiz üniversiteyi bitirene kadar devlet bursu haricinde hiçbir yerden destek almadan okulları bitirdik. Belli bir çalışma disiplini kazandırdığı için olsa gerek hem çalışıp hem okumak zorunda olmak okul başarımızı olumsuz yönde etkilemedi. Yıllar sonra sokakta çalışan ve yaşayan çocuklar üzerine çalışırken sık sık kendi çocuk işçiliği günlerimle kıyaslama yaptım. Ev içerisinde çalışmak her ne kadar bir iş yerinde ya da sokakta çalışmaktan daha güvenli ve daha az yıpratıcı olsa da çocukların gelir getirici işlerde çalışmaları gelişimlerini engelleyici pek çok unsuru da barındırmakta. Hal böyleyken; ortaokul dönemim ablalarımın ve ağabeyimin üniversite dönemlerine denk geldiği için kişisel gelişimim açısından şanslı oldum. Onların alıp eve getirdikleri kitapları okuma, birlikte senfonik konserlere, tiyatrolara, sinemalara gitme şansım oldu.
Temel eğitimimi Ankara’da aldım. Etlik Lisesi’nde başladığım liseyi Ankara Kız Lisesi’nde tamamladım. 1980 öncesi liselerde de çok sayıda öğrenci olayları oluyordu. Annem “senin dilin çok sivri, başına bir iş gelecek” diyerek kaydımı olayların daha az olduğu Ankara Kız Lisesi’ne aldırdı. Üstelik bu okulda öğretmen açığı yoktu, dersler boş geçmiyordu. Böylece doktor olma hayalime ulaşmak kolaylaştı.

Doktor olmak her zaman istediğin şeydi öyleyse. Tıp Fakültesi eğitimini nerede aldın, sende özellikle iz bırakan, mesleğe bakışını ve kişiliğini etkileyen hocaların oldu mu?

Tıp fakültesini Antalya’da, Akdeniz Üniversitesi’nde okudum. Antalya o yıllarda küçücük ve şimdikinden daha büyüleyici bir kentti. Şehrin içinden izlemeye doyamadığım Toros Dağları’nın tablo gibi görüntüsü beni dağlara aşık etti. Halk Sağlığı Hocamız Prof. Dr. Necati Dedeoğlu’nun biz öğrencilerine dağlarda yaptırdığı doğa yürüyüşleri de dağları daha çok sevmemi sağladı. Bu yürüyüşlerden birinde, bir uçurumdan aşağı inerken öylesine korkmuştum ki, titreyen dizimi sessizce yatıştırdığımı fark eden hocam “Aferin kızım, cesaret bir işi korktuğun halde yapabilmektir” diyerek hayatta karşılaştığım pek çok zorlukta, güçlüğüne rağmen mücadele etmem konusunda cesaretlendirmişti.

Prof. Dr. Necati Dedeoğlu pek çok öğrencisi gibi benim de meslek hayatımda durduğum noktada çok etkili olmuştur. Anne, bebek, çocuk ölüm hızının çok yüksek olduğu, kadınların yarısından çoğunun anemik(kansız), bebeklerin beslenmesinin yetersiz, doğu ile batı arasında büyük eşitsizliklerin yaşandığı bir ülkede öncelik verilmesi gerekenin, koruyucu sağlık hizmetlerinin verildiği birinci basamak olduğunun ayırdına onun sayesinde vardım ve uzmanlaşmak yerine pratisyen hekim olmayı tercih ettim. O yıllarda da şimdi olduğu gibi pratisyen hekimlik tercih edilen bir durum değildi. Genellikle uzman olmayı başaramamış kişilerin pratisyen hekim olduğu (kaldığı) görüşü hâkimdir. Bu algıyla mücadele etmek meslek hayatımın en önemli görevlerinden biri oldu. “Ne doktorusun?” sorusuna, pratisyen hekimim diye cevap verebilmenin gururunu yaşamak kendimi daima ayrıcalıklı hissetmemi sağlamıştır.

Okul bitti ve pratisyen hekim olarak göreve başladın.. Seni karşılayan ortam nasıldı? Beklediklerini bulabildin mi orada?

Okul bittikten sonra zorunlu hizmetimi yapmak için Van’a gittim. İlk görev yerim, daha sonra 2011 yılındaki Van Depremi’nde yıkıldığını öğrendiğim Van Ana ve Çocuk Sağlığı Merkezi idi. Vanlı arkadaşların çocuk fabrikası diye espri yaptıkları doğumevi ile aynı yerde idi. Dört genç kadın doktorun hizmet verdiği Ana Çocuk Sağlığı Merkezi’nde hastalar bize hep “doktor bey” diye hitap ederdi. Ne var ki altı ay sonra beşinci doktor olarak bir erkek meslektaşımız atanmış ve hastalarımız bu defa ona “doktor hanım” demişlerdi. Bu durumu zafer kazanmış gibi övünerek hatırlarım.

Başlangıçta zorunlu hizmet kurasında Doğu Anadolu’da bir ili çektiğim için kendimi şanssız hissetsem de sonraları “İyi ki Van’a gelmişim” dediğim çok zaman oldu. Doğu’nun bu eşsiz güzellikteki şehri ile birlikte, çevredeki illerden Hakkâri’yi, Bitlis’i gezme ve Kürtlerin kültürünü tanıma fırsatı buldum. Dokuz ay gibi kısa bir süre kalmama rağmen o yıllardan tanıdığım insanlarla kurduğum dostluğu hala sürdürüyorum.

Van’dan sonra Mersin’in köylerinde bir süre çalıştım. Gençlik yıllarında iken köyde yaşamak demek sosyal yaşamdan, teknolojiden uzak kalmak demek olduğundan pek tercih edilen durum değildi benim için. Yaşadığım köylerden birinde elektrik kesildiği zaman bazen üç hafta gelmezdi. Su kısıtlı, lojman konforsuz idi. Yaşam koşulları bu denli zorlu olmasına rağmen köy doktoru olarak çalışmak hoşuma gidiyordu. Tam istediğim gibi bir doktorluk yapıyordum. Çocukları tarlalardan toplayıp aşılarını yapıyor, ishalli bebeklerin ağızlarından şeker tuz eriyiği damlatıyordum. Sağlık ocağının ilkel laboratuvarında kan sayımı, dışkı, idrar tahlili yapıyor, tedavilerimi ona göre düzenliyordum. Bu kadar basit tetkikleri yaparak, hastaların çoğuna tanı koyup tedavi ediyor, yüzde onluk bir kısmını ancak sevk ediyordum. Sağlık hizmetlerinin yan dal uzmanlıkları, ileri teknolojilerle verildiği günümüzde hala sık görülen hastalıkların basit yöntemlerle önlenebileceğini ve tanısının konabileceğini savunuyorum. Meslek yaşamım boyunca gereksiz yapılan tetkikler ve gereksiz reçete edilen pek çok ilaç yüzünden hem ekonomik kayıpların yaşandığı hem de insanların sağlığının olumsuz etkilendiğine tanık olmak beni çok rahatsız etmiştir.

Bu arada çalıştığım sağlık ocaklarında, birinci basamak sağlık hizmeti kapsamında rutin olarak yaptığım işlerin yanında, bilimsel gelişimleri takip edebilmek hatta bu çalışmaların içinde yer almak için büyük çaba harcıyordum. Bu amaçla çalıştığım merkeze yakın köy tipi sağlık ocaklarından birinde, diğer hekim arkadaşlarımla birlikte, daha Türkiye’de yaygın olarak uygulamaya başlamayan fenil ketonüri tarama programını başlatmıştık. Test kâğıtlarını kendi olanaklarımızla Hacettepe Üniversitesi’nden getirmiştik ve topladığımız örnekleri yine posta ücretini kendimiz karşılayarak Ankara’ya yolluyorduk. Sağlık Bakanlığı bu uygulamanın Türkiye genelinde yaygınlaştırılması için zaten çalışmalar yürütüyordu. Ancak sağlık ocaklarında uygulamanın başarılı olamayacağı yönünde bazı kaygılar vardı. Bizim çalışmamız sağlık ocaklarında da bu işin rahatlıkla yapılabileceğinin kanıtı olarak örnek olmuştu.
2002 yılında uygulanmaya başlayan sağlıkta dönüşüm çerçevesinde sağlık ocakları kapatılarak aile sağlığı merkezlerine dönüştürüldü. Koruyucu sağlık hizmetleri yerini daha çok tedavi hizmetlerine bıraktı. Dahası hastalarla hekim arasına bilgisayar ekranı girdi. O nedenle, o zaman dağ taş gezdiğim sağlık ocaklarını hürmetle anıyor, iyi ki gezmişim, iyi ki sağlık ocağı doktoru olmuşum diyorum.

O günlerden bir çok özel anın vardır kuşkusuz, senin için en önemli olanlardan bir tanesini paylaşmak istersen?...


Mesleğimde en çok gururlandığım anlardan biri Dünya’dan ve Türkiye’den çocuk felcini yok etmek için düzenlenen “Ulusal Aşı Günleri” için yaptığım çalışmalardı. Bir hafta içinde tüm Türkiye’deki beş yaş altı çocukların aşılanması gerekiyordu. Bunun için çok iyi bir organizasyon gerekiyordu. Sağlık Müdürlüğü tarafından bu organizasyonda çalışmak için görevlendirildim. Mersin’in o zaman yüz beş adet olan sağlık ocağını dağ taş demeden gezdim. Çok uzaktaki sağlık ocaklarına gidebilmek için bazen gece yarısı yola çıkıyordum. Bir keresinde yaşını almış bir hekim ağabey “Kızım sen bir başına buralara korkmadan nasıl geliyorsun?” diye sorduğunda afallamıştım. Yaptığım işin büyüsüne o kadar kapılmışım ki o söyleyene kadar risklerin farkına bile varmamışım. Zaten farkında olsaydım da yapardım çünkü hocam “Cesaret bir işi korktuğun halde yapabilmektir” diye öğretmişti. Bu kampanya sırasında çevremdeki pek çok sanatçı arkadaşım, sağlıkçıların çabalarını desteklemek için özgün afişler, müzikler tasarlamışlardı. Bu sayede Mersin’in kampanyası bir örnek oldu. Ne mutlu bana ki ülkemizden çocuk felci mikrobunu yok etmek için yapılan çalışmalarda çorbada tuzum oldu.

Çocuk felci aşı kampanyası bittikten sonra da sağlık müdürlüğünde kalmam istendi. Bir süre idari kadroda çalıştım. İdari görevde çalışmanın yapıma pek uygun olmadığını kısa sürede fark edince de kendi isteğimle görevimden ayrıldım. Ancak bu sürede bürokrasiyi tanıma şansım oldu. Bunun bir kazanım olduğunu düşünüyorum. Pencerenin diğer yüzünden baktığında gördüklerimiz bazen ilerideki çalışmalara ışık tutuyor.
Bir sonraki görev yerim, Eski Mersin’in tam merkezinde Esnaf Odalar Birliği’nin açtığı bir poliklinikti. Kamu yararına açılmış, yarı özel bir kuruluştu. Küçük, bakımlı, sağlık ocağından biraz daha ileri olanaklara sahip bir yerdi. Burada hastalarıma yeterli süreyi ayırabildiğim için yaptığım iş içime siniyordu.

Senin hayatını, kaderini değiştirdiğin çocuklar, hatta aileler var. Çok kaba ve aslında sevgisiz bir genellemeyle “sokak çocukları” diye anılan, küçücük yaşta sokaklarda ekmek parası kazanmaya çalışan ya da hayatını sokaklarda sürdüren çocuklar ve onların aileleri.. Bu grupla ilişkilerin de bu dönemde mi başladı?

Her gün işe giderken çarşı içinde büyük bir sefalet içindeki çocuklara rastlıyordum. Sokaklarda çöp toplamak için başı çöp kutusunun içinde, ayakları dışarda debelenen, cam silmek için arabaların önüne hayatları pahasına atlayan, minicik elleri ayakkabı boyasından kapkara olmuş her yaştan binlerce çocuk vardı. Bazıları yapıştırıcı maddeler koklamaktan her daim sarhoş geziyordu. Çocuk sağlığını tehdit eden büyük bir sorunla karşı karşıyaydık. Ben “Kim bu çocuklar, hiç hastalanmıyorlar mı?” , “Bir şeyler yapmalı” diye düşünürken, Sağlık Müdürlüğü’ndeki arkadaşlarımdan bu konuda çalışma yapmak için işbirliği teklifi geldi. Böylece ben sokak çocuklarının sağlık sorunlarına odaklanmış bir şekilde yola çıkmışken, bundan sonraki yaşamımda farklı bir yaşam tarzı geliştirmemi gerektirecek şekilde, yeni bir hayata adım atmış oldum. Artık sorumlu olduğum yüzlerce çocuğum vardı ve ben çok sevdiğim eylül ayı tatillerini, okulların açılma dönemine denk geldiği için başka tarihlere erteliyordum.

Sokakta çalışan ve yaşayan çocuklarla yaptığım çalışmalarda, en genel tanımıyla “Sağlık sadece hastalıkların ve sakatlıkların olmaması değil, sosyal olarak da tam bir iyilik halidir” den yola çıkarak yolumu çizdim. Çünkü akılcı olan buydu. Çocuklara sokakta araba çarpma olasılığı başta olmak üzere kaza geçirme ya da hepatit- gastroenterit vs gibi hastalıklara yakalanma riskleri, okula gidememeleri, oyun oynayamamaları başta olmak üzere en temel çocuk hakları ihlallerine maruz kalmalarından daha düşüktü ve çalışmalarımı bu konuda yoğunlaştırdım.

Sokakta tanıştığım çocukların evlerine gidip aileleri ile tanışmaya başladım. Anneleri Türkçe bilmedikleri için anlaşmak zordu. Çocukların hemen tamamı Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dan ekonomik ve sosyal nedenlerle göç etmek zorunda kalmış, çok çocuklu ailelerden geliyorlardı. Babaları ise vasıfsız işlerde çalışıyordu. Ailenin yaşamı sürdürebilmesi için sokaktan gelen üç beş kuruşa çok ihtiyacı vardı. Çocukların okula gönderilmesi gerekliliği ile ilgili yaptığımız konuşmalarda ilginç bir gerçekle yüzleştim. Aileler okula göndermeyi isteseler de zorunlu göçe hazırlıksız yakalanan Mersin’de, sayısı yetersiz kalan okullara kayıt yaptırmakta zorluk çekiyorlardı. Okul müdürleri ve Milli Eğitim Müdürlüğü yetkilileri sürekli inkâr etseler de bağış adı altında istenen okula kayıt ücretleri, birden fazla sayıdaki çocuğunu okula yazdırmak isteyen ailelerin belini bükmeye yetiyordu. Bunun üzerine bir de okul açıldığında kitap, defter, önlük vs. gibi pek çok masraf eklendiğinde çocukların yeri okul değil, sokak olarak kesinleşiyordu.

Bu sorunlarla mücadele edebilmek için her öğlen tatilinde dolmuşa biniyor, hangi çocuk, hangi mahallede oturuyorsa oradaki okullara kaydettiriyordum. Ben gittiğim zaman müdürler kayıt ücreti isteyemiyordu. Bazen ben varoşların istikametine giden dolmuşu beklerken, o sırada hastaneden özel muayenehanesine doğru lüks araçları ile giden hekimlerle karşılaşıyordum. O zaman “hangisi doğru acaba ” diye yaşama dair muhasebe yaptığım olmuştur. Şimdi baktığımda ise artık eminim. Doğru olanı yapmışım.

Bazı çocuklar nüfusa kayıtlı olmadığından bir de çocukları nüfusa kayıt ettirme işi vardı ki o başlı başına bir sıkıntıydı. Aileler bu sorunu tek başına aşamadıklarında, bazen altı yedi çocuğu önüme katıp, yaş tayini önce sağlık ocağına, oradan nüfus müdürlüğüne gidiyorduk. Kalabalık, havasız, iç karartıcı devlet dairelerinde, onlarca bürokratik işle uğraşmak çok yıpratıcıydı. Ama belki de en önemli iş buydu. Çünkü artık çocuklar resmi olarak var oluyor, yurttaş olarak hakları başlıyordu.

İş yerim ile çocukların değişik semtlerdeki evleri, okulları, resmi daireler arasında mekik dokurken zamanımın çok büyük kısmı sokaklarda geçer olmuştu. Bu koşuşturma sırasında daha önceki yıllarda da rastladığım bir dilenci kadın dikkatimi çekmeye başladı. Kucağındaki bebek geçen yıllarda gördüğümden farklıydı. Bir gün kaldırıma yanına oturdum. Kendimi tanıttım. Şanslıydım o sırada yanımıza daha önceden tanışmış olduğum üvey kızı Hediye gelmişti. Hediye’nin referansıyla rahat iletişim kurduk ve hep o çok merak ettiğim soruyu sordum. “Bu çocuklar senin mi, yoksa dilenirken işe yarasın diye ödünç mü alıyorsun?”. Hiddetle “olur mu öyle şey, ben işe gelirken bu çocuğa kim bakacak? “dedi. Kucağındaki bebek Cumali, o zaman yirmi sekiz günlüktü. Daha fazla doğurmak istemiyorsa, bebeğin kırkı çıktığı gün çalıştığım iş yerime gelebileceğini ve kendisine ücretsiz olarak rahim içi araç takabileceğimi söyledim. Geleceğini hiç sanmıyordum ama tam söylediğim gün geldi. Cumali’den sonra başka çocuk doğurmadı. Sokakta zaman zaman karşılaştığımızda artık Cumali’nin büyümesini izliyordum. Ayaküstü yaptığımız konuşmaların birinde şikâyetinin olmadığını, bu yüzden hiç kontrole gitmediğini öğrendim. En son geçen yıl Hastane Caddesi’nde karşılaştığımızda aradan on dört yıl geçmişti. Yanında üç yaşlarında dünya güzeli bir kız çocuğu vardı. Torunuymuş. Çocuk yaşlarda genç bir kız geldi ardından. Bu güzel kız çocuğunun annesiymiş meğer. Çocuk gelinler, çocuk anneler, ülkemizin başka bir dramı ile karşılaşmıştım.

Tekrar o yıllara dönersek?

Çalıştığım Esnaf Odalar Birliği’ne ait poliklinikte, bir yandan hastalarıma rutin sağlık hizmeti verip bir yandan da sokak çocuklarına hizmet vermenin bazı zorluklarını yaşasam da kurumun yetkililerinin ve hastalarımın engin hoş görüsü, hatta katkıları ile işleri bir güzel yürütüyordum. Ancak daha sonra kurumun sağlık hizmeti sunumundan vazgeçme kararı alması üzerine çalıştığım poliklinik kapandı ve ben artık tüm zamanımı sokakta çalışan ve yaşayan çocuklara ayırmak adına Sağlık Bakanlığı’ndan o zamanki adıyla Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumu’na geçiş yaptım.

Sosyal hizmetlerde çalışmaya başladığım ilk zamanlarda artık zamanımın tamamını bu konuya ayırdığım için çok verimli çalışmalar yapıyordum. Sokak çocukları için düzenlenmiş bina geçici olduğundan, sağlık hizmeti için belirlenmiş bir oda da yoktu. Kendime merdivenin altındaki boşlukta bir alan yarattım. Eski işyerimden artık kullanılmayan sağlık malzemelerini merdiven altında düzenlediğim sağlık odama bağışlanmasını rica ettim. Böylece merdiven altı (!) mini bir kliniğim olmuştu. Artık çocukların aileleri de kendileri de daha rahat yanıma uğrayabiliyorlardı. Daha sonra Devlet tarafından yaptırılan ve sokak çocukları merkezi için en olmayacak bir projeyle hazırlanan yeni binada bir muayene odam oldu.

Bu süre içerisinde, Mersin Üniversitesi Halk Sağlığı Bölümü’ndeki arkadaşlarımızla “Mersin’de Sokakta Çalışan/Yaşayan Çocukların Durumu” başlıklı bir çalışma yaptık. 2002 yılında yaptığımız bu araştırma alanda o zamana kadar yapılmış en kapsamlı çalışma oldu. Akdeniz Belediyesi’nin bize tahsis ettiği gezici bir sağlık aracıyla sahada, çöp kovalarının yanında, hurdalıkların içinde, parklarda, sanayi sitesinde, sebze halinde karşılaştığımız çocuklar ile merkeze gelen çocuklarda yaptığımız sağlık muayeneleri sonucunda pek çok çocukta sağlık sorunu tespit ettik, tedavisini yaptırdık. Bu çocukların sosyodemografik özelliklerini belirleyebilmek için sorduğumuz soruların değerlendirilmesi sonucunda değerli bilgiler edindik. Böylece yola ilk çıktığım zamanda daha en başta sorduğum “kim bu çocuklar” sorusunun cevabını bilimsel olarak verdik. Bu çalışmamız bilimsel dergilerde yayınlandı, kongrelerde sunuldu.

Çocuklarla birlikte başta anneleri olmak üzere aileleri de zor durumdaydılar. Her birinin en az beş altı çocuğu vardı. Fazla sayıda doğum, hem fiziksel ve ruhsal açıdan bedenlerini hem de ekonomilerini zorluyordu. Sanıldığının aksine çok çocuk doğurmak kendi tercihleri değildi sadece etkin doğum kontrol yöntemlerini uygulamayı beceremiyorlardı. Kordonlarını bağlatmak isteyen kadınlar Devlet Hastanesi’ne başvurduğunda önüne türlü engeller çıkarılıyordu. Sağlıkta da eğitimde olduğu gibi camdan tavanlar vardı ve bu kişiler hep bunlara çarpıyordu. Bu konuda işleri kolaylaştıracak bir yöntem buldum. Mersin’deki özel hastanelerin başhekimleri ile görüşerek, ayda bir kez kordonlarını bağlatmak isteyen kadınların bu hizmeti ücretsiz olarak almalarını sağladım. Küçük operasyon bitince aileyi kendi aracımla evlerine bırakıyordum. Onlarca çocuğun annesi bu yöntemle artık istemediği doğumları yapmaktan kurtuldu. Beni en çok etkileyen ise her defasında aynı olayın yaşanıyor olmasıydı. Emmek için bütün gün annesini beklemiş dört beş aylık bebek, yere aceleyle serilmiş bir yatakta, yorgun yatan annesinin memesine hemen tutturuluyor, iki yaşında olanı ise annesinin sıcaklığını hissetmek için bacaklarından yukarı tırmanmak istiyordu. Bu anlar annelerle aramızda özel bir bağ geliştiriyordu. Kurduğum sağlam ve samimi ilişkiler sayesinde iki baba da gönüllü olarak vasektomi dediğimiz yöntemi uygulamışlardı. Aileler sınırlı kaynakları yüzünden, her yeni doğan çocuğun, bir önce dünyaya gelmiş çocukların yaşam şartlarını gerilettiğinin bilincindeydiler. Bu bilince ulaşmada katkı sağlamak ve bu konudaki engelleri ortadan kaldırmak için çalışmak gerektiğini daha ilk baştan fark etmiş olmak hekimliğimden gelen bir öngörü idi.

Bir yandan çocuklar bir yandan aileleri ile gönüllük temelinde sürdürdüğüm, yoğun ve kendine özgü çalışma biçimim, hekimliği hasta muayene etme ve ilaç yazma üzerinden algılayan idarecilerin aklına pek yatmadı ve o zamana kadar iyi sicilden terfiler aldığım Devlet memuriyetim, sürekli soruşturma geçirdiğim, savunma verdiğim ve sonuçta uyarma- kınama cezaları aldığım bir sürece dönüştü. Burada çocuklar adına daha rahat çalışacağımı umarken inanılmaz engellemelerle karşılaştım. En sonunda kurumun rutin denetimi sırasında gelen müfettişe, masamın çekmecesinde bulunan çocuk bezini, meslektaşlarımdan bin bir güçlükle topladığım ilaç dolabındaki numune ilaçları, odamın her yerinden çıkan kullanılmış giysileri, her numaradan eskimiş ayakkabıları açıklamayı başaramadığımdan görev yerim değiştirilerek, çocuklardan ve ailelerinden uzaklaştırıldım. Bu yer değişikliği aynı zamanda maddi açıdan kayba uğramam demekti. Buna rağmen beni en çok yaralayan durum müfettişin hepsi bir ecza dolabına sığacak, tamamı eşantiyon ilaçlardan oluşan ilaçlara yoğunlaşıp, bu ilaçları kötü kullanıma ihtimalim üzerinden soruşturmayı yürütmesi idi. Kurumda çalışan arkadaşlarımın tanıklıkları sayesinde bir iftiraya uğramadan süreci tamamladım. Ama ben gittikten sonra üç beş yoksul insana faydalı olabilmek adına uğraş vererek getirdiğim ilaçları yakarak yok ettiklerini öğrendiğimde üzüntümden kahroldum. Müfettişin raporunun ilk cümlesi şöyleydi: “Doktorun odasına girdiğimde etraf çok karışıktı. İlaç dolabında binlerce tablet ilaç vardı”. Bu ilk cümleden sonrası zaten “bu işi keşke resmi görevim olarak değil de gönüllü olarak sürdürseydim en azından engellerle karşılaşmazdım” diye düşünmemi sağlayacak pek çok cümle ile doluydu. Belki bu süreci bu kadarla atlatabilmek bile şans sayılmalıydı.
Devlet hizmetinde yirmi dört yılı bitirdikten sonra, doğru bildiklerim adına daha özgürce çalışabilmek için emeklilik hakkı kazandığım ilk yıllarda hemen emekli oldum. Şu an işçi sağlığı korumak, iş kazalarını önlemek için işyeri hekimliği yapıyorum. Mesleğime ilk adım attığımda durduğum yerdeyim. Yani “tedavi etmek için uğraşmaktansa, hastalıkları önlemeye çalışmak, sağlığı korumak daha akılcıdır” çizgisinden hiç sapmadan mesleğimi sürdürüyorum.

Çalıştığın kurum seni ne kadar hırpalamış ve üzmüş olsa da, önce Mersin’in çevre mahallelerinde yaşayan çocuklar, sonra onların aileleri ve sonunda da tüm Mersin seni tanıdı, anladı ve sevdi. Çabana ve mücadelene saygı duydu. Gönüllü kuruluşlar ve STK’lar ödüller verdi. Bunlara da değinir misin?


Ne mutlu bana ki çalıştığım resmi kurumda ne kadar örselendiysem, sivil hayatta da o kadar taltif edilme gururunu yaşadım. Mersin’deki sivil toplum örgütleri tarafından birçok kez ödüle layık görüldüm. İlk olarak 2002 yılında Akdeniz Rotary Kulübü ’nden, ikinci kez de 2005 yılında Mersin Rotary Kulübü’nden meslek hizmetleri ödülünü aldım. İçel Soroptimist Kulübü tarafından verilen 2014 yılı “Yılın Başarılı Kadını” ödülü ve 2015 yılında da Mersin ODTÜ Koleji’nden jürisini minik öğrencilerin oluşturduğu “Fark Yaratan Kadınlar” ödülü de yaptığım çalışmaların değerinin fark edildiğinin kanıtıydı ve beni bundan sonrası için de cesaretlendirdi.
Ancak en büyük ödülüm, onlar için yaptığım çabaları boşa çıkarmayan çocuklarımın başarıları oldu. Kimisi üniversite mezunu, kimisi artık kendi kurduğu ailesini geçindirmeye yetecek kadar iş sahibi oldular. Pek çoğu ile hala irtibatımı kesmediğim bu çocuklar en büyük gurur kaynaklarımdır.

Bu kadar yoğun yaşantılar, seni kendilerini anlatmaya ve bu öyküleri bir şekilde paylaşmaya zorlamadılar mı?

Sokak çocukları ile ilgili çalışmalarımda inanılmaz olaylara tanıklık ettim. Her bir çocuğun yaşamı ayrı bir öyküye konu olacak değerdeydi. Bir keresinde Mersin’den İstanbul’a yaptığım otobüs yolculuğu sırasında koltuk arkadaşlığı yaptığım bir kişiyle sohbetimiz sırasında çocuklarla yaşadığım bir olayı anlatmıştım. Sonraları bu olayın öyküleştirilmiş halini bir kitabın içinde gördüm. Meğer koltuk arkadaşım bir öykü yazarıymış.
Yaşadığım bir olayın öyküsünü, kendimden bağımsız bir şekilde okumanın ve zaman zaman başımdan geçenleri paylaştığım yakınlarımın, yaşadıklarımı yazmam konusunda ısrar etmelerinin etkisiyle benim de birkaç küçük denemem oldu. Bazen yazarken çocukların yaşadıklarının ağırlığını daha yoğun hissettiğimden olacak, gözyaşlarımı tutamadığım zamanlar oluyordu. Aslında Hasan’ın, Berivan’ın, Serdar’ın, Oktay’ın, Hülya’nın, Cudi’nin, Yunus’un, Mehmet Şah’ın ve daha yüzlercesinin çocuk bedenlerinin kaldıramayacağı yükler kelimelere döküldüğünde o yükün altında yazan da okuyan da eziliyordu.

Hasan

Hasan henüz üç yaşındaydı. Annesi yirmi gün önce yedinci kardeşleri Nihal’i doğurmuştu. O sıralar babası trafik kazası geçirmiş, evde yaralarının iltihabı ile uğraşıyordu. Evin geçimini ablaları Pervin ile Gülcan ve ağabeyi Süleyman’ın trafik ışıklarında duran araçların camlarını silerek topladıkları paralarla sağlıyorlardı. Üçü de okul çağında olmasına rağmen, değil okula kayıtları, nüfus kayıtları bile yoktu. İşte tam bu zamanda Hasan bir gece aniden hastalandı. Kendinden geçmiş, gözleri yukarı kaymış bir şekilde çırpınıyordu. Annesi içine cin girdiğini düşünse de doktorlar beyninde apse olduğunu söylediler. Bunun üzerine onu ameliyat ettiler, iyileştirdiler. Hastane masraflarının bir kısmını eşin dostun yardımıyla denkleştirdiler, bir kısmını da hastaneye borçlandılar. Ne var ki bir süre sonra hastalık nüksetti. Tekrar ameliyat olması gerekiyordu. Ailedeki herkesi bir telaş sardı. Daha bir önceki hastane borcu dururken bunu nasıl ödeyeceklerdi?

Küçük bir hile akıllarına geldi. Teyzesinin aynı yaştaki oğlu Pertev’in yeşil kartı vardı. Hasan, Pertev olacaktı. Sorduklarında adının Pertev olduğunu söylemesi gerektiğini defalarca öğrettiler.

Hasan başındaki korkunç ağrıyla, ateşler içinde ikinci kez ameliyata girdi. Gözlerini açtığında, doktor bilinç durumunu ölçebilmek için üç yaşındaki bir çocuğa sorabileceği en basit soruyu soruyordu. Adın ne?

“Pertev” diye yanıtladı. Daha narkozun etkisi bile geçmemişti. Hasan annesini mahcup etmemişti.

Küçük Hasan sol yanında kalan felçle iyileşti. Önümüzdeki yıl okula gidecek.

Sokak çocukları ile yaptığım çalışmalarda, konuya hem duyarlı bir insan hem de hekimlik eğitiminin verdiği bakış açısıyla yaklaşmam, beni ne tamamen teknik ne de duygu sömürüsüne yol açacak denli duygusallığa kapılma yanlışından kurtardı. Bu pencereden bakarak yaptığım çalışmalar yazılar, yerel ve ulusal ölçekteki dergilerde yayınlandı.

Ancak en istikrarlı yazma denemelerim, tam 84 gün boyunca sosyal medya hesabım üzerinden yazdığım “bin bir sabah masalları” oldu diyebilirim. Beni yazmaya iten güç, 2014 yılında Soma’daki maden kazasında ölenlerin yakınlarına tekme savuran zalim hükümdarın yaptıkları idi. Her sabah uyanır uyanmaz fırından taze ekmek çıkarır gibi yazıyordum. O gün için güncel konu ne ise hislerimin ve hayal gücümün beni yönlendirmesi ile yazdığım kısa masallardı bunlar. Kısa sürede pek çok hayranı oldu. Okurlarım her sabah ilk okuyan ve beğenen olmak için birbirleriyle şirin bir rekabete girdiler. Bu durum beni çok keyiflendirdi ve görev yükledi. Bazı sabahlar ben daha masalları yazmaya devam ederken “hadi hadi merakla bekliyoruz “diye haber gönderip, elim ayağımın dolanmasına, kalbimin çarpmasına neden oluyorlardı. Bir de sessiz takipçilerim vardı. Onlarla sokakta veya iş yerinde karşılaştığımda, masalları okuduklarına dair ipuçları veriyorlardı. Bu durum beni hem daha çok güdülüyor hem de gururlandırıyordu.

Elli ikinci günün sabahı
Ağzında dalından kopardığı bir parça ile geri gelmiş güvercin. Bu büyük tufanın bittiğinin, Tanrı’nın kullarıyla barıştığının işaretiymiş. Çok kıymetliymiş. Gövdesi, dalları, meyvesi, yağı üzerine filozoflar, tıp alimleri, ozanlar, hükümdarlar hakkında söz söylemiş, korunması için kanunlar çıkartmış.
Var olmak ile o kadar ilintiliymiş ki;
“Yani öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı
Yetmişinde bile mesela zeytin dikeceksin
Hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil
Ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için
Yaşamak yani ağır bastığından” demiş koca şair onun için.
İşte sonunun yaklaşmakta olduğunu hisseden zalim hükümdar, bütün olanlara meydan okurcasına bir kanun hazırlatmış. Güya binlerce yılın kıymetlisini yerinden sökecek, kendi köklerini ilelebet salacakmış derinliklere. Ancak hesaba katmadığı şey onu korumak artık bir var olma meselesiymiş. Arkası yarın

Yetmiş ikinci günün sabahı
Kadın kahkahasının güzelliğinin simgesiymiş o. Birkaç nesli attığı kahkahalarla şenlendirmiş. Neşe bulaşıcı bişey olduğundan o katıla katıla güldükçe onu görenler de güler, her yana mutluluk saçılırmış. Ancak mesir macunu ve ölü madencileri ile ünlü şehrin mebusu, katıla katıla gülmeyi kadınlara çok görmüş. Ağzının her yanından adeta mesir macunu akıyormuş gibi yapış yapış konuşmasıyla, "kadınlar kahkaha atmasın "diye buyurmuş. Masallarını "iyi uykular kuzucuklarım" deyip kocaman bir kahkaha ile bitiren neşe abidesi, sanki o zamanlardan bugünü görmüş gibiymiş. Eldeki son şans olan sandığa gitmeyi reddedenlere "iyi uykular kuzucuklarım" demekten başka diyecek bişey yokmuş artık. Arkası yarın

Aslında bin bir sabah yazmayı sürdürmeyi çok istediğim bu masallar seksen dördüncü günde, zalim hükümdarın iktidarını ilelebet ilan ettiği gün sona erdi. Okurlarıma yazdığım veda şöyleydi:
Seksen dört Günde Devr-i Alem
1001 gece masallarından esinlenerek yazdığım sabah masalları, yerin yedi kat altından kara elması çıkarırken kaybettikleri canların hesabını soran insanlara sallanan okkalı tekmenin, suratlara aşk edilen tokadın üzerimde yarattığı dehşetin sonucunda başladı. Sonraları eşsiz güzellikteki ülkemizin, ekonomi bahane edilerek, sadece rant uğruna katledilişine dikkat çekebilmek için önemli bir araç haline geldi. Yaşamım boyunca bende yer eden olayların, anların, kişilerin eklenmesiyle gelişti. Siz facebook arkadaşlarımın sahip çıkmasıyla da 84. gününe geldi. Her sabah, daha gözlerimden uykunun tatlı ağırlığı kaybolmamışken ve demek istediklerimi küçücük bir paragrafa sığdırmaya çalışarak yazmanın zorluğunu takdir edersiniz. Buna rağmen sabah masalları, bazen bir saatlik bir uğraşı sonucu, imla hatası yapmamaya özen göstererek ve fırından sıcak ekmek çıkartır gibi hepsi o anda, taze taze yazılmış ve paylaşılmış yazılardı. Sizlerden gelen geri bildirimler o kadar teşvik ediciydi ki bu durum, hayal gücümün sınırlarını zorlamama ve bilgimi attırmak için araştırma yapmama yol açtı. Beni heyecanlandırdı, geliştirdi.
Bugün sabah masallarının sonuncusunu yazdım. Çünkü bu sabah, karamsarlıkla yazdığım kısımlarda bile içimin bir yerinde yeşeren umut tohumunu hissedemedim. Ülkemin karanlık gidişatından duyduğum endişe tüm benliğimi kuşattı ve bu şekilde daha fazla sürdüremeyeceğimi anladım.
Hal böyle iken bundan sonra da edebiyatı, resmi, müziği gelişmiş çağdaş bir ülkede, borçlu olduğumuz doğayı koruyup kollayarak yaşamanın koşulları için mücadeleye devam edeceğim ve yaşamımı yine Gezi ruhuyla sürdüreceğim.
Bana kattıklarınız için hepinize çok teşekkür ederim.

Yazma deneyimini bizler de izledik. Okur olarak kitaplarla nasıl bir ilişkin var?

Edebi eserleri okumak en sevdiğim uğraşlardan biridir. Bazen okuduklarımın içinde kaybolurum. Yaşar Kemal’in İnce Memed ’inin ilk cildini çocukluk yıllarında okumuştum. Roman kahramanlarından biri olan Seyran Gelin’den o kadar etkilenmiştim ki, okuyabilmek için yapıp satmak zorunda olduğum bir seramik biblonun yüzünde onu görür gibi olmuş ve o bibloya onun adını vererek satmaktan vaz geçmiştim. Hala saklıyorum.
Hayal gücümü besleyen eserleri özellikle seçerim. Bin Bir Gece Masallarının bütün ciltlerini okumuş olmam, hayal gücümü geliştiren en önemli etken olmuştur.
Yine bu anlamda beni en çok etkileyen yazarlardan biri olan Orhan Pamuk’tur. Romanlarını ya da diğer yazdıklarını dört gözle beklerim. En kıymetli koleksiyonum, yazarın kitaplarının ilk basımlarıdır. Bir de 1994 yılında Mersin’e geldiğinde yeşil bir kalemle imzalamış olduğu kitaplar benim hazinemdir. Kara Kitap’ı, kitapları imzalattıktan yıllar sonra tekrar okumaya başladığımda, roman kahramanının veda mektubunu yeşil bir kalemle yazmış olduğunu okuduğumda şaşkınlığım ve yazara hayranlığım bir kez daha artmıştı. Beni şaşırtan böylesi durumlardan beslenirim. Orhan Pamuk’un, ana dilimde yazan bir yazar olması nedeniyle kendimi daima çok şanslı hissetmişimdir.

Gelelim diğer çok önemli ilgi alanına. Doğa ve çevreyle ilişkin sadece sevmek ve bireysel olarak korumanın ötesinde onun için etkin olarak savaşmak anlamına da geliyor, ama o mücadeleye birazdan dönmek üzere şimdilik sadece aranızdaki duygusal bağı anlatmanı istersem?

En sevdiğim uğraşlardan biri doğa yürüyüşü yapmaktır. İlk kez Tıp Fakültesi öğrencilik yıllarımda Necati Hoca’nın teşvikiyle başladığım doğa yürüyüşleri, daha sonra yaşantımın vazgeçilmez bir parçasını oluşturdu. O zamandan bu yana Ağrı, Süphan, Kaçkarlar, Hasan Dağı, Aladağlar gibi Türkiye’nin teknik bilgi gerektirmeden çıkılacak neredeyse bütün yüksek dağlarının zirvesine çıktım. Türkiye’nin eşsiz güzellikteki ören yerlerini gezdim. Dağcılık adına tek bir hedefim, belki de hayalim kaldı, o da Cudi Dağları’nın zirvesine çıkabilmek. Cudi Dağları’nın zirvesine çıkmak demek ülkemize barış ortamının gelmesi demek aynı zamanda. Oraya da çıkıp zirvede tıpkı Ağrı Dağı’nın zirvesinde yaptığım gibi “Yurtta Barış, Dünyada Barış” yazdığım kâğıtla zirve hatırası fotoğraf çektirmek isterim.

Bu yıl nisan ayında gittiğim Peru’nun And Dağları’nda dört gün boyunca yürüyerek vardığım İnka Tapınağı Machu Picchu ise hayatımın en muhteşem deneyimlerinden biriydi.

Mersin seni biraz da mücadeleci yönünle tanıyor. Çocuk, çevre, kadın için ve tabii meslek örgütlerindeki çalışmaların. Nereden başlayalım?

İki dönemdir başkanlığını yürüttüğüm Mersin Tabip Odası’ndaki çalışmalarım en büyük mücadele alanım oldu. Mersin Tabip Odası’nda sade bir üyeyken başlayan, yönetim kurulu üyelikleri, onur kurulu üyeliği, genel sekreterlik ve sonunda yönetim kurul başkanlığına kadar varan süreçte, mesleki haklarımızın, hekimliğin evrensel etik değerlerinin ve hasta haklarının savunuculuğu yapmaktan daima gurur duydum. Oda başkanlığım sırasında, Türk Tabipleri Birliği’ne on yıl boyunca başkanlık yapan ve ne yazık ki 2006 yılında aramızdan ayrılan Dr. Füsun Sayek’i (Füsun Abla’yı) örnek aldım.

Odamızın elli yıllık tarihinde “ ilk kadın başkan” olarak yer almış olmamda, kadın hakları ile ilgili yaptığım çalışmaların etkisi olmuştur. Kadınların toplum içindeki yerinin güçlendirilmesi için kurulmuş Mersin Valiliği Kadının Statüsü Birimi’ne 2004 yılında yönetici olarak atanmamla bu alanda ilk bilinçli adımı attım diyebilirim. O zamana kadar çağdaş, laik değerlerle yetişmiş sade bir yurttaş olarak geliştirdiğim kadın bakış açısı, bu birimin çalışmaları sırasında tanıştığım feminist kadınların etkisiyle dönüştü, gelişti.

Mersin yerelinde kadın hakları üzerinde çalışmalar yapan derneklerle, resmi kurumların işbirliği içinde çalışmasını amaçlayan bu birimdeki yaklaşık iki yıl süren görevim sırasında, çok yaratıcı çalışmalara imza attık. Bunlardan en kıymetlisi, sorumluluğunu Mersin’de kadın hakları konusunda önemli işler yapan Harbiye Ateş ve Zuhal Karamehmet’le birlikte üstlendiğimiz çalışma idi. Bunun için ev içinde kadın ve erkeğe toplum tarafından biçilen rollerin eşitsizliğine dikkat çekebilmek adına gençlere yönelik bir drama metni hazırlamıştık. Liselere bir hafta öncesinden gönderdiğimiz metni, okulların tiyatro toplulukları mini bir tiyatro oyunu şeklinde sergiliyorlardı. Öğrenciler akranları tarafından sergilenen mini oyunu ilgiyle ve zevkle izliyorlar, sonrasında da tartışıyorlardı. Bu süreç içerisinde kadına yönelik şiddet başta olmak üzere, kadının insan hakları ihlalleri konusunda pek çok konferans, söyleşi, toplantı gerçekleştirdik. 8 Mart’ı köylü kadınlarla birlikte kutladık.

8 Mart etkinlikleri çerçevesinde konuşmacı olarak davetli olduğum konferanslardan birinde Türkiye’de kadın olma halleriyle ilgili ilginç bir olay yaşadım. Konferans Toroslar İlçesi’ndeki bir toplum merkezinde, mahallede yaşayan kadın sakinlere yönelik düzenlenmişti. Konumuz kadına yönelik şiddetti. Ben o sıralar Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğü’nün kurum tabibi olduğumdan belirli zamanlarda kadın sığınma evinde de görev yapıyordum. Konuyla ilgili alanda çalışan bir hekim olarak dinleyicilere kadına yönelik şiddetin tanımını, türlerini, şiddete maruz kalan kadınların, şiddetin türüne göre nasıl korunacaklarına dair özel bir sunum hazırlamıştım. Konferansın yapıldığı tarih olan 2005 yılında kadın cinayetleri şimdiki kadar ayyuka çıkmamıştı ama biz şiddetin ne boyutlarda yaşandığına sürekli tanıklık ediyorduk. Konuşmamın “ işkenceye varan şiddette nasıl davranalım?” kısmında önerilerimi “kesici aletlerin bulunduğu mutfaktan uzak durulmalı, hayati tehlike baş gösterdiğinde kurtuluş için evden kaçmak gerekirse, önceden bir çanta hazırda bulundurulmalı” şeklinde sıraladığım anda, panelin erkek, akademisyen, psikolog diğer konuşmacısı tarafından saygısızca sözüm kesildi.

Hiddetten kızarmış bir yüzle “Siz neler söylediğinizin farkında mısınız, sizin bir psikoloğa ihtiyacınız var!” diye bağıran bir erkek tarafından susturulmuş olmak, dahası dinleyici kadınların kafalarıyla “psikolog hocayı” desteklemelerini görmek çok üzücü olsa da kadınların halleri hakkında çok manidar bir durumu açığa çıkarmıştı. Kürsüde sesi benden yüksek çıkan bir erkek tarafından şiddete uğrayan bir kadın konuşmacıydım artık ve aramızda yaşanan bu olayda kadın hemcinslerim benimle dayanışma içinde değillerdi. Panel bittikten sonra az önce bağıran erkek konuşmacı yanıma gelerek son derece nazik bir şekilde “aslında bana hak verdiğini, ama bunu böylesi bir toplulukta kadınlara öğretmemem gerektiğini” söyledi. Yani dayağı yesinler, hakareti işitsinler, hatta öldürülsünler ama evlerini terk etmesinler demek istiyordu. Aradan geçen yaklaşık on yıl boyunca kadınların hunharca katledildiği her olayda bu paneli hatırlarım.

Bu dönemdeki çalışmaların bana kattıklarının etkisiyle önce kullandığım eril dil değişti. Örneğin artık “adam başı yerine kişi başı demeye, bilim adamı yerine bilim insanı demeye” başladım. Alış veriş yaparken kadın üreticilerin ürettiklerini ve sattıklarını almaya başladım. Kadınların kamusal alanda yönetici konumda neredeyse hiç olmamasının farkındalığına yine o yıllarda vardım. Bu nedenle tabip odası başkanı olmamda bu dönemde kazandığım bilincin etkisi çok büyüktür.

Gelelim çevre ve sonunda da doğal olarak Akkuyu’ya...

Doğa sporları yaparken yürüdüğümüz, kamp yaptığımız alanların zaman içinde bozulmasına tanıklık etmek çok acı veriyor. Dereler kuruyor, ormanlar yanıyor, orman içindeki ağaçlar çeşitli nedenlerle vahşi boyutlarda kesiliyor, plansızca taş ocağı, maden ocağı yapılıyor. Öyle ki bir yıl önceki yürüyüş parkurlarımızı ertesi yıl bulamayacak hale geliyoruz. Biz belki de doğanın güzelliklerini, nimetlerini yaşayan en son şanslı kuşağız. Bu nedenle hızla yok olan doğal zenginlikler için çaba göstermeyi her şeyden önce bir görev sayıyorum. Mersin’de en çok sevdiğim vadilerden ikisi olan Bardini ve Kayacı Vadileri çevre mücadelemin ilk örneklerindendir. Bardini Vadisi’ne Valiliğin taş ocağı ruhsatı vereceğini haber alan köylüler bizden destek istediğinde hemen kolları sıvadım. O sıralar Kanlıdivane’de yapılacak konsere Vali’nin de geleceğini bildiğimden, hazırladığım pankartlarla konser başlamadan önce obruğun etrafında bir tur atacak ve farkındalık yaratacaktır. Arkadaşlarımın desteğiyle bunu başardık. Protokolün bulunduğu kısıma geldiğimizde biz geçelim diye ayaklarını geri çekmek zorunda kaldılar. Yaklaşık üç dakika süren bu eylem basında geniş yer buldu. Bardini Vadisi ‘ne köylülerin de sahip çıkmasıyla taş ocağı yapılmadı.

Kayacı Vadisi ise ne yazık ki onca çabaya rağmen aynı şansı yakalayamadı. Doğal sit alanı olarak tescillenmesi için o dönem çalmadık kapı bırakmamıştım. Kentteki çevre ve doğa sporları ile ilgilenen sivil toplum örgütlerinin başkanlarından tek tek imza topladım. Toplanan imzalara, Üniversite’deki hocaların tespit ettiği endemik bitkilerin envanterini ve bölgenin fotoğraflarını da ekleyerek Adana’daki Anıtlar Yüksek Kurulu’na elden teslim ettirdim. Yanıt bile vermediler. Aradan on yıl geçtikten sonra ve artık Kayacı vadisi zenginliğini yitirdikten sonra müze müdürlüğü tarafından sit alanı ilan edilmesi için çalışmalar yapıldığını duyduk. O zaman içimde koca bir sızı duydum. Ne yazık ki artık çok geç olduğunu düşünüyorum.

Akkuyu’ya gelince; Akkuyu Nükleer Santralı’na karşı benim ve meslek örgütümün yaptıkları bir çevre mücadelesi olmanın çok ötesinde sağlığı koruma adına bir koruyucu hekimlik çalışmasıdır.

Mersin Tabip Odası, 1976 yılında yer lisansı verilen Akkuyu Nükleer Santralı’nın yaratacağı sağlık sorunlarına dikkat çekebilmek için en başından beri çaba gösteren bir örgüttür. Ben de 1999 yılında Mersin Tabip Odası yönetim kurulu üyesi iken, önceleri basından pasif bir şekilde takip ettiğim mücadele sürecine aktif olarak dahil oldum.

Odamı temsilen katıldığım bir nükleer karşıtı gösteride, göstericiler içinde yer alan profesörlere, doktorlara, mühendislere, öğretmenlere, öğrencilere kısaca yaşam hakkını savunmak için orada bulunan insanlara polis tarafından yapılan sert müdahale karşısında “lütfen yapmayın” dediğim için hayatımda ilk kez gözaltına alındım. İkinci kez gözaltına alınışım da yine 2013 yılı haziran ayında yapılan Akdeniz Oyunları Açılışı sırasında, sessiz bir şekilde, numaralı koltuğumda oturuyorken “nükleer santrala karşı belki bir eylem yaparım” endişesiyle salonu terk etmemi isteyen görevlilere “neden tek etmem gerekiyor” dediğim için oldu. Yaka paça sürüklenerek salondan çıkarılışım, aslında yıllarca insan hakları mücadelesi yapmış bir insanın uğradığı bir insan hakkı ihlaliydi. Ne yazık ki bu hak ihlalini soruşturacak bütün kapılar en baştan kapalıydı.

Polislerin “belki bir eylem yaparım” kanısı, 2013 yılı ocak ayında, yaklaşık üç ay boyunca sürdürdüğüm sivil itaatsizlik eyleminden dolayı beni tanıyor olmalarından ileri geliyordu. Nükleer santralın tanıtımı için Çamlıbel Mahallesi’nde şirket tarafından yeni açılmış bilgilendirme merkezi önünde, Mersin’deki nükleer karşıtı aktivistlerin başlattığı nöbet eylemine dahil olup, sonrasında merkez önünde adımlamaya dönüştürdüğüm bu eylem şaşkınlıkla izlenir olmuştu. Yeni emekli olduğum günlerdi. Her sabah mesaiye gider gibi hazırlanıp, sabah saat sekizden akşam beşe kadar bilgilendirme bürosunun önündeki kaldırımda, bir uçtan bir uca yürüyordum. Bir ara vakit geçirmek için adımlarımı sayarken ilginç bir şey fark ettim. Kaldırım tamtamına otuz yedi adım geliyordu. İlginç olan ise o yıl Akkuyu’ ya nükleer santral için lisans verilişinin 37. yılı olmasıydı. Böylece yürüyüşüme “37 ADIM” adını verdim.

En büyük hayalim, o günden yaklaşık beş ay sonra tüm yurtta başlayacak Gezi Parkı mücadelesinde olduğu gibi, o otuz yedi adımlık kaldırımı binlerce kişi ile birlikte yürüyebilmekti. Kimi zaman iki, kimi zaman üç, bazı günler onlarca kişiyle yürüdüğümüz kaldırımda genelde benim yüzümden orada görevlendirilip, mesaisini sokakta tamamlamak zorunda sivil polislerle üç ay geçirdim. Bu sürede her hareketim polis kameralarına kaydedildiğinden, bir gün dayanamayıp “Türkan Şoray’ın bile bu kadar kamera kaydı yoktur” demek zorunda kaldım. Sivil polislerden birisi bir gün “sizin hiç izin gününü yok mu?” diye sorduğunda, yaptığım eylemi sosyal sorumluluğum ya da gelecek nesillere karşı borcum için değil de sanki ücret karşılığında yaptığım bir iş gibi algılandığını anladım. Yaklaşık üç ay boyunca, eğer sorarlarsa yanımdan geçenlere nükleer santralların gereksizliğini, tehlikelerini anlatmaya çalıştım. Bu yürüyüşlerim sırasında sokakta küçük bir çocukken tanıdığım ama uzun zamandır görmediğim çocukların büyüyüp birer yetişkin hallerini gördüğümde tüm yorgunluğum gidiyordu.

Bu arada 2014 yılı Şubat ayında, Mersin Tabip Odası üyesi hekimlerin, Mersin’deki nükleer karşıtlarının verdiği destekle, Mersin merkezden Akkuyu’ya kadar olan 137 km. lik mesafeyi üç gün boyunca yürüyerek kat etmesi, hekimler olarak tarihsel sorumluluğumuzu yerine getirdiğimizin en önemli kanıtıdır.

Sokaktaki eylemlerinin yanı sıra, nükleer santralların normal çalışma koşullarında ve kaza durumunda yol açtığı sağlık sorunlarını anlatabilmek için sayısız konferansa, panele, radyo ve televizyon programına katıldım. Hatta “bizim okulumuza gelip öğrencilerimize nükleer santralların zararını anlatabilir misiniz?” diye soran hiçbir öğretmenin çağrısını reddetmedim. Konuyla ilgili yapılan bilimsel çalışmaların içinde yer aldım, planlayıcısı oldum.

Bugün direnenlerin kazanacağına inancımla “boşuna uğraşıyorsunuz, nasılsa yapacaklar” diyenlere “kırk yıldır yapamadılar, bize rağmen asla yapamayacaklar” diyorum.

Söyleşimizi bitirirken eklemek istediğin bir şey var mı?

Hayatımın idolü Prof. Dr. Türkan Saylan’ dır. Yaptığı eşsiz çalışmalar sayesinde, tıp mesleğinin sadece tedavi etmekten ibaret olmadığını, koruyucu hekimliğin ne denli önemli olduğunu göstermiştir. Hekimliğin sadece muayenehanelerde değil, at sırtında köyleri dolaşarak da yapılabileceğini fark ettirmiştir. Özellikle kız çocuklarının ve kadınların eğitimi ile ilgili yaptıkları yoluma ışık tutmuştur. Bir gün yolda karşılaştığım bir dostum kızına beni tanıtırken “seni Mersin’in Türkan Saylan’ı ile tanıştırayım” dediğinde gözlerim dolduğunu hatırlıyorum. Bu kadarını hak etmiş olmasam da Türkan Saylan’ın üzerimdeki ışıltısını çevreme yansıtmış olduğumu anlamış olmak beni çok mutlu etmişti. Ölümünden birkaç yıl önce Türk Tabipleri Birliği Kadınlık Hekimlik ve Kadın Sağlığı Kolu’nun düzenlediği kongrede kendisi ile tanışma fırsatı buldum. Türkiye’deki pek çok kadın hekim arkadaşımla birlikte böylesine değerli bir insanın açtığı yolda ilerleyebilmek en büyük mutluluk kaynağımdır.